Terapi Nedir?
Terapi denilince genellikle aklımıza, koltuğa otur...
Bu çalışmada melankolik depresyon psikanalitik açıdan değerlendirilmiştir. Çalışma üç bölümden oluşmuştur. İlk bölümde melankolinin geçmiş dönemlerden günümüze kadar olan süreçte araştırmacıların melankoli ile ilgili tanımlamaları ve kavramsallaştırma çalışmalarının anlatımından oluşmaktadır. İkinci bölümde ise başta Sigmund Freud olmak üzere psikanalistlerin melankoli üzerine değerlendirmeleri yer almaktadır.Bu değerlendirmeler içerisinde yas ve melankoli arasındaki farklılık ve benzerlikler karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır.Son bölümde ise aslında çalışmanın kısa bir özeti olarak değerlendirebileceğimiz melankoliğin dışsal ve içsel gerçeklik kavramlarını nasıl kullandığı gösterilmiştir.
Melankoli eski çağlardan beri bilinen ve üzerinde düşünülen,çalışılan ve tanımlanmak istenen bir kavram olmuştur.İnsanların dikkatini ve ilgisini çeken bu kavram, değişik disiplinler tarafından o disiplinin kendi öznelliği içinde değerlendirilmek istenmiştir.Sanırım bunun nedeni de melankolinin kendisine ait bir öznelliğinin bulunmasıdır.Bu öznellik geçmiş çağlardan günümüze kadar değişik disiplinler tarafından yan anlamlar katılarak nesnelleştirilmeye çalışılmış ve her çağın kendi özellikleri doğrultusunda el alınmıştır.Örneğin Antik Yunan’da tıp alanı içerisinde değerlendirilmiş ve Hippokrat’ın da etkisi ile hastalık tanımı çerçevesi içinde ele alınmıştır(Teber S.2002)Theophrast ve Aristotales’in tanımlamalarıyla birlikte daha çok edebiyat ve sanatla ilişkili olarak kulanılmaya başlanmış,ortaçağ döneminde ise bu kavramın kavramsallaştırma çabası bir kenara bırakılmış, miskinlik ve tembellikten öte bir şey olmadığı söylenmiştir.Modern dönemlerde ise melankoli tekrar ele alınıp anlaşılmaya çalışılmış, psikoloji ,sosyoloji ve edebiyat gibi birbiriyle bağlantılı disiplinlerin ortak inceleme konusu olmuştur. Düşünürlerin yazarların dikkatini çeken meklankoli için Aristoteles’in ‘filozof olsun, devlet adamı, şair ya da sanatçı olsun neden bütün üstün nitelikli adamlar belirgin bir şekilde melankoliktir’ şeklindeki sorusu melankolinin hem depresyondan farklı bir durumu olduğunu hem de yaratıcılıkla, düşünürlükle bağlantısının araştırılmasını ve nihayetinde de melankolinin daha sonraki dönemlerde anlaşılmasına dair yeni bir kapıyı açmıştır. Her ne kadar melankoli içerisinde kaygı, korku, çöküntü,keder gibi duyugulanımları barındırsa da melankoliyi anlamak ancak kendi öznelliği içinde mümkündür.
Melankolik insan karakteri yazılı kültürde ilk olarak Homeros destanlarında yer almaktadır(Teber S. 2002). Homeros destanlarında “melankoli” sözcüğü kullanılmamakla birlikte bazı kahramanların mizacı ve melankolik davranışları çok belirgin bir anlatımla sunulabilmiştir. Bunlar arasında keskin bir biçimde öne çıkanlar ilk olarak Bellerophontes ve Aias’tır; onlar kadar olmasa da Agamemnon’un da melankoliye özgü ruhsal davranıslar sergilediği görülmektedir(Teber S.2004). İlyada Destanında geçen şekliyle Bellerophontes tanrılar tarafından yapayalnız bir yaşama mahkum edilerek cezalandırılmıstır. Bu sekilde cezalandırılmasının nedeni bilinmemekle birlikte İlyada Destanında Bellerophontes’in çekmis olduğu acılara, sıkıntılara değinilmektedir(Homneros,İlyada). “Bellerophontes, yazılı din dışı tarihin tespit ettiği ilk melankolik kişilik, ilk arketiptir ve Antikçağ’ın ünlü hekimi Kapadokyalı Aretaus’un mani-melankoli yaklaşımını geliştirmesinde ona kaynaklık etmiştir.(Teber S. 2002) Aretaus, öfkeli ve saldırgan davranışların ardında üzüntü ve korku duygularının varlığını öne sürmüs, melankoliyi öfke nedeniyle ortaya çıkan bir tür ruh ve iç organ kararması olarak tanımlamıştır.(Teber S.2002)
Homeros döneminde melankoli ciddi bir tanımlamalar silsilesiyle açıklanmaya çalısılmıştır(Homeros,İlyada) Bu, melankoliye verilen onemi gostermektedir. Melankolinin çeşitli varyasyonları üzerine geliştirilen kavramsallaştırmalar sadece beden ya da ruh kaynaklı olmayıp bir tür ruh beden ilişkisini/birliğini yansıtmaktadır.Bunlardan bazıları kararma,öfkelenme,göğüs bölgesi, bedenin orta bölgesi sözcükleridir.(Teber 2002).
Bedenin orta bölgesi, göğüs ve üst karın bölgesini kapsamaktadır. Burası soluğun kaynağı ve yedinci duyunun da bulunduğu yer olarak tanımlanmakta ve akciğerler, mide ve kalp gibi organları içine alan bir bölge olarak belirmektedir. Salt bedensel bir açıklama gibi görünse de aslında bu bölgeye yapılan vurgu beden/ruh bütünlüğüne işaret etmektedir. Bunun nedeni ise buranın kararmasının bedensel bir bozukluk olarak değil ruhsal kaynaklı bir etki sonucu oluştuğuna inanılmasıdır. Yine aynı görüşe göre gündelik kimi yaşantılar bu bölgenin durumunu da değiştirebilmekte, hatta vücudun anatomisinde farklılaşmalara yol açabilmektedir. Kararma sözcüğü de bedenin orta bölgesiyle ilgili görüşe paralel bir bicimde iç organların kararmasına işaret etmektedir. Buna gore öfkelenme sonucunda bedenin görünmeyen iç kesimleri kararmakta ve şişmektedir. Bu durum daha çok dışarıya yansıtılmayan duyguların yoğunlasması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Korkular, heyecanlar, hüzün, kaygı bedenin iç bölgelerinde birikerek buraları karartmaktadır.“Kararma’, hem göğüs ve karnın üst bolgelerinde, kanın ve safranın toplanmasıyla ortaya çıkar hem de heyecan, öfke vb. diğer gibi duygu birikimleri sonucu, kararma görülür. Bu Anatomik, fizyolojik, psişik bir kararmadır. “Orta bolgenin kararması” organ bozukluklarından çok, yaşanan olaylar sonucu ortaya çıkmaktadır.(Teber S.2002)
Homeros destanlarına baktığımızda melankoli, kahramanların öfkeye kapılması ya da tanrılar tarafından cezalandırılması sonucu ortaya çıkar ve bu durum yalnızlığa, sıkıntıya, anlamsızlığa ve kimi yerlerde intihar davranışına yol açar. Bunun yanı sıra destanlarda bedene yapılan vurgu ve bedendeki kimi değişimlerin ruhsal etkileşimli olduğu düşüncesi, sonrasında melankoliyi oldukça detaylı bir biçimde tanımlayan Hipokrat, Aristoteles ve Theophrast’a önemli ipuçları oluşturmuştur.
Antik dönemde melankoli ile ilgili olarak yaygın olan temel düsünce “Quattuor Humores” adı verilen dört özsu oğretisidir. Buna gore insan bedeninde temel olarak dört özsu bulunmaktadır ve bunlar birbirinden farklı olarak insanın yaradılışını ve karakterini belirlemektedirler. Bunlar kan, salgı, sarı safra ve kara safradır.(Dörthe Binkert ). Melankoliyi olusturan özsu ‘kara safra’ olarak nitelendirilmektedir. (Pamuk O 2003).Bu dört özsu aynı zamanda yas dönemlerine, elementlere ve mevsimlere denk düşmektedir. Bunlar yas dönemlerine ya da mevsim dönemlerine göre çoğalır ya da azalırlarKara safranın melankolinin ve hatta deliliğin nedeni olduğu düşüncesi genel olarak Ortaçağ dönemine kadar hakim bir düşüncedir. Efesli Rufus’un (İ.S. 2. yuzyıl) derinlemesine ele aldığı ‘Bedensel ve Ruhsal Çözümlemeler’ konuyla ilgili onemli kaynaklardandır.
Hippokrat yazınında melankoli kara safra tanımı temelde “içeride”, “göğüs içine gömülü, içkin, bedensel bir sağlık bozukluğu -hastalık- durumunu anlatır.”Buna göre safra kesesinin salgıladığı suyun kuruması sonucu safra kesesi bir tür zehir saçmaktadır. Mide, karaciğer, bağırsaklar ve baş bu olumsuz durumdan etkilenmekte ve bunun sonucunda bilinç bulanıklıkları oluşmaktadır.“Melankoliklerde uykusuzluk, korku nöbetleri, çevresinden uzaklasma, dalgınlıklar, öfke krizleri, hüzün görülür. Bu insanlar konuşmak istemezler. Sorulduğunda kısa ve isteksiz yanıtlar verirler. Melankoliklerin göğüs bölgesi özellikle hassas ve ağrılıdır. Kusmalar olur. Aslında büyük oranda bedensel çözümlemeler gibi görünse de Hipokrat’a göre melankoli bir duygulanım (affekt) bozukluğu olmaktan ziyade, bedensel kokenli bir hastalıktır.(Hipokrat’tan aktaran serol teber 2004).
Aristoteles ve Theophrast’ın Sorunlar XXX kitabı, melankoli ile ilgili kaleme alınmıs, bilinen ilk eserdir. Bu kitaptaki en önemli vurgu da melankolik mizaçla sanat ve yaratıcılık arasında bir ilişki kurulmus olmasıdır. Aynı zamanda, Antik dönemde hakim olan “kara safra” ağırlıklı yaklaşımın melankoliyi açıklamakta yetersiz olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ortaçağ boyunca melankoli olumsuz olarak ele alınmış bir kavramdır. Bu da, bilindiği uzere Hıristiyan kültürün etkisiyle oluşan bir yaklaşımdır. Aristoteles’in Antik dönemdeki melankoliyi olumlayıcı etkisinden söz etmek bu dönemde pek mümkün olmamıştır. Antik dönemde yaşama biçimi olarak değerlendirilen melankoli, Ortaçağ’da inançsızlık, tanrısal düzene baş kaldırı ve dolayısıyla da acedia, ölümcül bir günah olarak değerlendirilmistir. Başka bir deyişle melankoli içkin bir alandan uzaklaşarak aşkın bir alana doğru kaymıştır.(Teber S. 2002)
Antikçağ’da genel olarak hakim olan, olağanüstü insanlara özgü melankolik kişilikler, Ortaçağ’ın sanat eserlerinde uyuşuk, bezgin, tembel, zeka düzeyi oldukca vasat insanlar olarak gösterilmişlerdir. Yüzyıllar boyunca melankoli kavramı bu şekilde algılanmaya devam etmiştir.(Demiralp O.1999).)Aydınlanma dönemine gelindiğindeyse acedia/melankoli sözcüklerinin neredeyse hiç kullanılmadığı göze çarpmaktadır.
Diderot ve arkadaşlarının çıkarmıs olduğu ‘Ansiklopedi’de de ‘acedia’ sözcüğüne Rastlanmaz(Teber S.2002)). Melankoli, Aydınlanma döneminde yeni yaşam formlarıyla birlikte anılmıştır. Delilik, çılgınlık gibi nitelendirmeler bu dönemde melankoliyi de içine alan olumsuz bir bakışı beraberinde getirmiştir. Michel Foucault’nun ‘Deliliğin Tarihi’ adlı eserinin de 15–18. yüzyıllar arasındaki dönemi kapsadığı akla getirildiği vakit bu durum daha da netlik kazanmaktadır(Foucault M. 1972). Bu dönemler cüzzamlılardan boşalan yerlerin delilere tahsis edildiği, büyük kapatılmanın yaşandığı dönemdir. “Erasmus 1509’da Deliliğe Övgü’ adlı eserini yazmış. ardından ‘Thomas More’un, ve Campanella’nın bir anlamda anti-deli toplum projeleri olarak tanımlanabilen ‘Ütopya ve Güneş Ülkesi’ yapıtları gelmiştir( Teber S. 2002) Bu yapıtlar, yükselen hümanist düşüncenin toplumu şekle sokma çılgınlığına karşı oluşturulan öznel çıkışlardır. Hümanist yazarların genel kanısına gore, ‘nerede insanlar mutsuzdur, yoksuldur, asidir, barbardır, başkaldırma eğilimindedir, ülkenin toprakları çoraktır, bataklıktır, kentler pislik içindedir, bayındırlık işleri kötü gitmektedir, orada halk huzursuzdur. Toplum, hasta beden gibidir, özsuları iyi bir karışımda değildir, yeterince temizlenmemiştir.Orada ruh melankoliktir. Çılgınlık salgınları görülür. Acil reformlara gereksinim vardır’.(Teber S.2004)
Yukarıda anlatılanlar, bir bakıma humanizm olarak adlandırılan akımın melankoliye yaklaşımını da ortaya koymaktadır. Dinsel otoritelerin etkisinden sıyrılmaya başlayan öznellikler ve yaşama biçimleri bu kez de rasyonalizmin katı norm sistemlerine uydurulmaya zorlanmıştır. Rasyonalizmin norm sistemlerine
uymayanlar/uyamayanlar “günahkar-dinsiz” tanımlaması yerine bu kez de“akılsız-çılgın”ya da “zavallı- deli” olarak tanımlanmaya başlamıştır. Akılsız deliler bu kez de “Aydınlanmış toplumdan” dışlanmışlardır. Bunun nedeni ise o dönemlerde fazlasıyla yüceltilen çalısma ahlakına karşılık olarak melankoliklerin, delilerin üretim sürecine dahil olmamalarıdır. Dolayısıyla da “hazır yiyiciler” gibi tanımlamalarla ifade edilen ‘delileri’ ,Foucault’nun da göstermiş olduğu gibi, psikiyatri, toplum-devlet adına kapatma ve “tedavi etme yetkisine sahip olmuştur.(Foucault M.1972)
Melankolinin tarihsel ve kuramsal gelişimini toparlamak gerekirse, Antikçağ’daki melankoli ile yaratıcılık ve entellektuel yetenek arasında kurulan bağın yerini, gittikçe toplum dısında yer alan, marjinal karakterlerle özdeşleşmeye bıraktığını söylemek mümkündür. Belki de melankolinin bu bakımdan iktidarlarla bir sorunu olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır.
Melankoli hakkında klasik psikanaliz çerçevesi içinde oluşturulan metinlerde ilk göze çarpan yaklaşımın narsisizmle kurulan iliski olduğu görülmektedir.“Klasik psikanaliz yönelimli araştırmacılar melankoliyi, insanların narsistik yaralanmalara karsı gösterdikleri tepki olarak açıklamaktadır.
İlk olarak Abraham’a baktığımızda melankolinin oluşumundaki beş etkeni şöyle sıraladığını görmekteyiz: Oral erotizme aşırı yapısal yatkınlık, psikoseksüel gelişimde oral dönem saplantısı, çocuklukta, sevgiyle ilgili erken ve tekrarlayan düş kırıklıkları, ilk büyük gelişimsel düşkırıklığının ödipal arzuların çözümlenmesinden önce olması ve birincil düşkırıklığının kişinin sonraki yaşamında da tekrarlanması. Abraham’a göre güçlü Süperegosu yüzünden saldırgan duygularını dışa vuramayan birey bu duyguları kendine yöneltir. Yani burada dürtüler; id (alt benlik), süperego (üstbenlik) ve ego (benlik) diye bilinen üç sistem arasında bir çatışma bulunmaktadır. Böylece benlik saygısı düşer ve kişi kendisini suçlamaya başlar. Bu arada kaybettiği sevgi nesnesini yeniden kazanabilme amacıyla bu sevgi nesnesinin benliğe entrojekte (içe alma) edilmesi de onaylanmaktadır (Abraham,1924).
1895 yılında Freud, Fliess’e yazdığı bir mektupta depresyon durumlarını da dahil ettiği melankoliyi salt nörolojik açıdan tanımlamaya yönelik bir girişimde bulunmuştur. 1897 tarihli Oidipus karmaşasını ilk kez haber verdiği metinde yas ve melankolinin farklı kavramlar olduğunu belirtmiş, daha sonra yazacağı eserin taslağını oluşturmuş ve şunları yazmıştır: ‘Anne babaya yönelik düşmanca itkiler (ölmelerini istemek) aynı zamanda nevrozların ayrılmaz bir parçasıdır. Bilinçli olarak takıntılı düşünceler şeklinde ortaya çıkarlar. Anne ve babaya yönelik sevecenliğin etkin olduğu dönemlerde –hastalıkları ya da ölümleri döneminde- bu nefret bastırılır. Böyle dönemlerde ölümleri yüzünden kendini suçlamak (melankoli olarak bilinen şey) ya da (cezalandırma düşüncesi aracılığıyla) histerik bir biçimde kendilerini onlarınkiyle aynı biçimde cezalandırılmak bir yas dışavurumudur. Görebileceğimiz gibi burada meydana gelen özdeşleşme bir düşünce biçiminden öte bir şey değildir ve bizi güdüyü arama gerekliliğinden kurtarmaz’. Freud bu pasajda yas ve melankoli arasındaki farkları yüzeysel olarak dile getirmiştir. Öte yandan Freud bu metinde vicdan ve özdeşleşmenin rolüne de değinmektedir. Melankoliye dair ilk görüşlerini oluşturan makalesinin taslağını 1915 yılında yazan Freud sözkonusu makalede, melankoliyle libidinal gelişimin oral evresi arasında bir ilişki olduğunu ileri sürmektedir.( Freud1915) Nörolojik yaklaşımdan ruhbilimsel yaklaşıma geçişle birlikte Freud melankolinin sadece ‘depresyon durumundan’ öte, daha karmaşık bir tablo olduğunu fark etmiştir. Melankolinin dinamiklerinin bir temele oturabilmesinin, nevroz ve psikoz çerçevesinin belirginleşmesiyle mümkün olacağını düşünen Freud nitekim ‘Yas ve Melankoli’ adlı eserinde melankolide obje seçiminin ne denli narsistik bir zemine sahip olduğunu, yasta ise daha nevrotik bir alt zeminin bulunduğunu ve libidinal yatırımların yas ve melankolide nasıl farklılaştığını ortaya koymuştur. Melankolide işleyen mekanizmanın ambivalansın etkisi ile daha karmaşıklaştığını ve varolan savaşın bir çok cephede sürdüğünü belirtmiştir.(Freud 1917)
Freud’a göre, yasta ve melankolide sevilen birinin, bir idealin ya da bir nesnenin kaybından soz edilmektedir. Ancak melankolide yastan farklı olarak bu kayıp duygusunun yol açmıs olduğu“kendini önemsemede yaşanan bir bozukluk’ mevcuttur. Freud’un bu tespiti melankolinin en özgün yanlarından biridir. Melankolinin göstermiş olduğu belirtileri “derinlemesine acı veren bir hüzün, dış dünyaya yönelik ilginin kesilmesi, sevme yeteneğinin kaybı, tüm etkinliklere ket vurulması ve kendini önemseme duygularının, kendini suçlama ve sanrısal bir cezalandırılma beklentisiyle sonuçlanması” olarak tarif eder.(Freud 1915) Yas durumunda ise kişinin kendi egosunun değersizleşmesinin ve önemsenmemesinin söz konusu olmadığını, egonun değersizlesmesi ve benlik duygusunun zayıflaması ile özgüvenin yitirilmesinin yas ile melankoli arasındaki en önemli fark olduğunu ortaya koyar. Freud yas durumunda gerçek bir nesne kaybı olduğunu, melankolide ise gerçek bir kaybın olduğu ve olmadığı durumlarda dahi kişinin bir sevgi nesnesini kaybetmiş gibi davrandığını belirtir. Melankolinin üç ön şartı olarak nesne kaybını, ambivalansı ve ego içindeki libidoya regresyonu gösterir. (Freud 1917)
Freud’un ortaya koyduğu mekanizma aslında melankoliğin kendisiyle ilgili belirtmiş olduğu aşağılama ve değersizleştirmenin tamamen objeye yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konuda freud şöyle der: ‘Eğer kişi bir melankoliğin çok sayıdaki ve çeşitlilik gösteren, kendine yönelik suçlamalarını sabırla dinlerse sonunda bunların en şiddetlisinin hastanın kendisine hiç uymadığını ama küçük düzeltmelerle başka birisine, hastanın sevdiği ya da sevmiş olduğu, sevmesi gereken birine uyduğu izleniminden kurtulamaz’. Freud’a göre yastaki histerik biçimde cezalandırılma isteği, melankolide söz konusu değildir. Yani yas ve melankolide gerek obje seçimleri ve objeye yatırımlar ve gerekse bu yatırımların niyeti ve kalitesi Ödipal ve pre-Ödipal düzeyler olarak farklılaşırlar. Abraham , objenin ‘ben’ tarafından kendine mal edilmek istenmesi ve bunun oral yamyamsı bir tutumla yapılmak istenmesinin göstergesi olarak yemeden içmeden kesilmeyi göstermiştir. Melankolide içeri alınmak istenen tek şeyin obje olduğunu, objenin içeri alınarak, onu Ben’in bir parçası kılmaya çalışmanın, objeye yönelik cezalandırma istemi ve çabası ile ilgili olduğunu ifade etmiştir. Melankolideki bu durum yastaki yalın mekanizmaya göre oldukça tahripkar ve yıkıcıdır.(Abraham K.1908) Nitekim Freud da ‘Ben’in nesne ile bütünleşme isteğini, içinde bulunduğu libidinal gelişimin oral ya da yamyamsı evresine uygun olarak, objeyi yiyip yutmak suretiyle gerçekleştirmek istediğini belirterek oral evrenin melankolideki ağırlıklı rolünü 1914’te yayımladığı ünlü ‘Kurt Adam’ adlı olgu öyküsünde de tartışmıştır. Freud melankolide objenin, Ben tarafından oral ve yamyamsı fantazilerde yutulmak istendiğini, objeye yönelik libidinal bağlanmanın, regresyonla narsisizme dönüşerek Ben’in objeyi kendine mal etmeye çalıştığını ortaya koymuştur. (Freud 1914).
Melanie Klein’a baktığımızda sadece sevgi kaybı korkusu ile belirli olmayan, nefret edilen objeye karşı duyulan arzu ile ilgili suçluluk duygusu ve buna bağlı olarak “depresif pozisyon” diye adlandırdığı bir büyük ambivalans periyodu ile karşılaşmaktayız(Klein 1946). Klein bu durumun çözülmemesinin çocuğu sonradan olacak depresyona yatkınlaştırdığını ifade etmiştir. Daha sonraki yazılarında Klein, depresifin acı çekişinin, başlangıçta, egoya iyi nesne yerleştirmedeki yetersizlikten kaynaklandığını ve bu yüzden yoğun “kötülük” hissinin kendiliğin bir parçası olduğunu belirtmektedir. Klein iyi bir içselleştirilmiş nesne ile güvenli bir ilişki kurabilmenin, yararlı, üretken ve yaratıcı bir yaşamın anahtarı olduğunu düşünmektedir. Klein çocuğun gelişim süreci içerisinde depresif pozisyon denen büyük bir ambivalans dönemi tanımlamış ve depresyonu bu dönemle ilişkilendirmiştir. Ona göre çocuk yaşamının ikinci-6. ayında kötü ve iyi nesne imgelerini tek nesne halinde bütünleştirdiği zaman, annesine yönelik, sadistik, yıkıcı fantezilerinin onu yok etmiş olabileceğinden rahatsızlık duyar. Klein, anneye -bütünlük kazanmış olan objeye- yönelik olarak ortaya çıkan bu kaygıyı, depresif anksiyete olarak adlandırır ve bunu depresif pozisyonun izlediğini ileri sürer. Bu dönemde çocuk sevgi nesnesini hem çok ister, kaybetmekten korkar, hem de nefret eder ve bu nedenle suçlu hisseder. Bu dönemdeki temel yaşantı, paranoid-şizoid pozisyondaki başkalarından zarar görme korkusunun tersine, başkalarına zarar verme korkusudur. Bu durumda suçluluk, çocuğun temel afektif yaşantısı haline gelmektedir. Klein depresif kişilerin çocukluktaki bu depresif dönemi aşamadıklarını "iyi" içsel objeler oluşturamadıklarını kabul eder. Ona göre depresif hastalar, kendi yıkıcılık ve hırsları yüzünden sevdikleri içsel objelerini mahvetmekte bunun sonucunda da nefret ettikleri "kötü" içsel objeler tarafından suçlanmakta, eziyet görmektedirler. Kaybedilen iyi nesneler için hasret çekerken, kötü nesnelerin zulmüne uğramaktadırlar(Klein M, 1957) Klein'e göre omnipotans, inkar, ülküleştirme, hor görme gibi manik savunmalar kaybedilen sevgi nesneleri için çekilen hasret nedeniyle üretilir. Bu savunmalar, kaybedilen sevgi nesnelerini kurtarmak ve onarmak, kötü içsel nesnelerden kurtulmak ya da sevilen nesnelere olan aşırı bağlılığı inkar etmek amacıyla kullanılabilirler. Klinik olarak bu kişiler diğerlerine yönelik öfke ve yıkıcı duygularını inkar ederler, yaşam koşulları ile uyuşmayan bir öfori hali, diğerlerini yüceleştirme, ya da diğerlerini küçümseyen, hor gören (ilişki gereksinimini inkar etmeye yönelik) bir tutum sergilerler. Manik savunmaların bir amacı da ana-babaya karşı bir zafer kazanmak ve ana-baba ve çocuk ilişkisini tersine çevirmektir. Bu zaferi istemek ise suçluluk ve depresyona yol açar. Klein'e göre bir başarıdan sonra gelişen depresyondan da kısmen bu mekanizma sorumludur. Bu durumda anksiyete ve depresyon yerine, manide gözlenen bir inkar hali gözlenir. Hipomanik savunmalar da yas ya da depresif afekt tehdidine karşı devreye sokulur. Bazı hastalar için başarı, bir tür ideal durumun kaybıdır. Bu kayıp nedeniyle hissedilen acı, depresyonla sonlanabilir ( Klein M.,1937).
Otto Fenichel bir suçun işlenmesine eşlik eden suçluluk duygularının ve bir idealin gerçekleşmesine eşlik eden hoşnutluk duygularının, melankoli ve mani olgularının normal modelleri olduğunu belirtmiştir. Depresif kişinin çocukluğunda narsisistik bir zedelenmeye uğradığını, böylece benlik saygısı ile sevginin birbirine eşlendiğini; kişinin diğerlerinden beklediği olumlu yanıtları alamadığı zaman benlik saygısının düştüğünü ileri sürmüştür. İntihar düşüncelerini, kayıp sevgi nesnesi ile bütünleşme isteğinin doyurulması fantezileri ile ilişkilendirir.(Otto F.1974).)
Silvano Arieti ise ağır depresif hastalarda hastalık öncesinde belirgin biçimde varolan bir ideoloji tanımlar. Buna göre depresyona eğilimli kişiler, kendileri için değil, Arieti'nin terimi ile "baskın öteki" için yaşarlar. Sıklıkla "baskın öteki" eştir, ancak bir ideal ya da bir kurum da onun yerini alabilir (baskın amaç ya da baskın ideoloji). Bir bakıma Bibring'in görüşlerine benzer biçimde, hastanın bunun mümkün olmadığını anladığı zamanki çaresizliğini vurgular. Bu hastalar sıklıkla başkası için yaşamaya son verecek bir alternatif kabul ya da hayal edemezler. Başka biri ya da başka bir şey için yaşamanın işe yaramadığını fark ederler ancak değişemeyeceklerini de hissederler. Baskın ötekinden istedikleri yanıtı alamazlarsa ya da olanaksız hedeflerine ulaşamazlarsa yaşamı değersiz algılarlar. Çünkü gerçekçi olmayan ancak vazgeçemedikleri bir yaşam planına sıkıca bağlanmışlardır.(Arieti S.1977). Rado, melankolinin kişinin cezalandırıcı süperegosu nedeniyle olduğuna inanır. Ona göre, hasta, ölmüş sevilen birine duyduğu bilinçdışı düşmanca duygularından dolayı süperego tarafından cezalandırılmaktadır. Depresif kişinin öz-değeri kendi dışındaki narsisistik besleyicilere bağlıdır. Rado, depresif kişinin narsisistik ihtiyaçları ve kendine güveni üzerine vurgu yapar. Depresyonu temelde bir çaresizlik duygusu olarak tanımlayan Rado, anhedoni (zevk alamama) veya hoş yaşantılardan zevk almadaki yetersizliğin depresyon için bir anahtar fenomen olduğunu öne sürmektedir (Rado.S.1928).
Melankoliğin narsistik regresyonları, yani objeyi içselleştirip onu kendi benliğinde işlemesi, benliğin bölünmesine ve objenin benliğin bir parçası haline gelmesine neden olur. Ben’in bir parçası vicdan, bir parçası obje haline gelir. Yani melankolide dışarıdaymış ya da dışsal gerçekliğin içindeymiş gibi görünen sorunsal, tamamen benliğin içinde gerçekleşir. Fakat bu süreç içinde de içsel olan dışsal olandan ayrılır bir başka deyişle kapılar dış gerçekliğe kapanır. Benlik içinde gelişen bu karmaşık olaylar, bazen objenin değersizleştirilerek, Ben’in objeye üstün gelmesi hazzını yaşaması , bazen de bu hazzın, büyüklenmeci tutumu da kapsayan manik reaksiyonlarla sonuçlanmasına neden olur. Maninin ortaya çıkışının diğer bir yolu da benliğin bir parçası olan vicdanın, benliğin diğer parçalarını sorgulaması ve sonunda üstün gelerek ‘ben suçlu değilim’ düşüncesine ulaşması ile gerçekleşir. Melankolide benliğin bir parçası olan vicdan, zaman zaman Ben’in diğer bölünmüş parçasının objeye sadistik tutumunu eleştirir, zaman zaman da benliğin bir parçası haline gelen objeye karşı kazanılan zaferin hazzını yaşarken, diğer taraftan da vicdanın etkisi ile suçluluk duyguları ağır basıp Ben’in bir parçası narsisistik regresyona maruz kalır. Görüldüğü gibi melankoli yastaki gibi yalın bir dışavurumdan öte karmaşık ve ceşitli cepheleri olan bir savaşım, konfüzyonel bir durumdur. Dikkat edilirse melankolik kişi zaman zaman manik savunmalara başvurmakta, çoğunlukla depresyonu ve bazen de mani ve depresyonu bir arada yaşamaktadır ( Rank.O. 1923)
Melankolideki obje seçiminin narsisistik bir zeminde gerçekleşmesinin melankolik için hayati bir değeri vardır. Bu zeminin bir ucunda ‘ben’ diğer ucunda obje bulunmaktadır. Her iki geçişi mümkün kılan bu zemin sayesinde, bir tehlike ya da düşünsel bir kayıp durumunda libido ‘Ben’e kayarak, melankoliği obje ve/ veya objenin bir özelliğinin kaybına karşı korumaktadır. Görüldüğü üzere melankolide tutulan bir yas reaksiyonundan ziyade, düşünsel düzeyde de olsa bir kayıp tehlikesi ve bu tehlikenin yaratmış olduğu korku, endişeye karşı kendiliği korumaya yönelik bir durum söz konusudur. Kaybedilenin ne olduğu net olarak anlaşılamaz. Melankolide özdeşleşilen ve içe alınan obje ile birlikte bir bütünlük oluşur. Aslında yitirilen sevgi nesnesine karşı beslenen nefretin gerçekleşmesi ve nefretin sadistik bir şekilde uygulanışı melankoli ile mümkündür. Bu bize melankolinin sado-mazoşistik yönünü göstermektedir. Bu konuda Gabbard şöyle demektedir; “Bu tür hastaların nesne ilişkileri sado-mazoşistiktir; ya kendisini berbat, değersiz hisseder ya da persekütörle özdeşim yaparak etrafındakilere çile çektirir. İntihar da bunun doruk noktasıdır” (Gabbard 1994). İçe alınan objeye kısmen duyulan ve gerçekleştirilen sadistik duygular aslında melankoliğin mazoşistik arzularının dolaylı tatminidir. Melankoliğin benliğinden tümüyle değersiz, ahlaksal yönden aşağılanacak bir nesne gibi söz etmesi ve sözde kendini aşağılaması aslında ambivalans yaşadığı sevgi nesnesine yönelik duygularını ifade eder. Bu duruma, görünüşte mazoşistik bir tutum ancak gerçekçi bir sadistik arzu diyebiliriz. Melankolide mazoşizmin türevlerine objenin içe alımının yanı sıra dış gerçeklikten çekilmeyi ve narsisistik kapanmayı da ekleyebiliriz.( Melankoliğin gerçekle bağdaşmayan kendisine yönelik aşağılama, değersizleştirme çabaları negatif narsistik tutuma karşılık gelebilir. Bu mekanizmanın işleyişine baktığımızda melankolide pek çok kavramın ve bir çok ruhsal gelişim döneminin hem iç içe geçmişliğinden hem de bu dönemlere ait ruhsal çatışmaların ne kadar arkaik ve regresif olduğundan söz edilebilir. Melankolikteki dış çevrenin fakirleşmemesinin tam tersine benlikteki zayıflığı ve fakirleşmeyi içeride birkaç cephedeki savaşıma ve libidinal yatırımın bu savaşımda harcanmasına bağlayabiliriz.(Freud 1917). Görüldüğü gibi melankolide dıştan görülmeyen ama içerde oldukça yoğun ve enerji gerektiren çetin bir mücadelenin varlığı söz konusudur.
İçsel nesneleri tarafından “terkedilmiş hissetme” deneyimi evrensel olmasına rağmen yeterli içsel ya da dışsal baskı altında herkes bu terk edilme deneyimini yaşayabilir ve bu durum fazla sürmeden düzelir. Ancak bazıları bu korkunç içsel tehdit karşısında kendilerini kurban konumunda hisseder ve bu ruh durumunun varlığını inkâr etmek için tasarlanmış psikolojik düzenekler inşa ederler. İşte melankoli bu tip inşaalardan biridir. Freud, kendiliğin hayatta kalabilmek için içsel nesneleri tarafından seviliyor hissetmesi gerektiğini söyler ve “Ego için yaşamak, SüperEgo tarafından sevilmekle aynı anlama gelir” diye devam eder. Melankoliğin dehşeti, içindeki herhangi bir şey tarafından sevilme hissini kaybetmesi ile ilgilidir.(Freud 1915)
Melankolide nesne, yasta olduğu gibi gerçekte ölmüş değilken tıpkı yastaki gibi o ölmüş gibi davranma ve onun ölmemiş olduğunu yadsıma söz konusudur. Yani gerçekte nesnenin ölmemiş ancak yitirilmiş olması melankolik için aynı oranda travmatiktir. Melankoliğin kişisel dünyası, düşünceleri ve öznelliği o kadar gerçektir ki bu dünya nerede ise gerçekliğe eşdeğer ve o kadar etkindir. Melankoliğin içselleştirdiği obje, melankoliğin Ben’ine dahil edilir ve obje nesnelleşerek bir başka ben içerisinde hayat bularak onun bir parçası olur. Melankoliğin objeyi bu yamyamsı tutumla içine alması,yutması ve nihayetinde benliğine dahil etmesi Haz/Hazsızlık ilkesinin aleyhine çalışan bir durumdur (Freud, 1920)). Bilindiği üzere arzunun doyumu dışsal gerçekliğe bağlı olarak gerçekleşir. Bu durumda melankolide haz sanrısal bir şekilde gerçekleştirilir. Yani bir bakıma melankoliğin söylemi şu şekildedir: “Obje içimde ve benim dış dünyaya ihtiyacım yok”. Yani objenin Ben’e dahil edilmesi ile dışsal gerçekliğe ihtiyaç ortadan kalkmaktadır. Oysa dışsal ve içsel gerçeklik daima birlikte hareket etmekte ve içsel gerçekliğin bir ayağı dışsal gerçeklikte olmaya devam etmektedir. Dolayısı ile yas ile melankoliyi birbirinden ayıran en önemli farkın bu olduğu söylenebilir. Yas durumunda ve hüzünde dışsal gerçeklikle içsel-ruhsal gerçekliğin bir etkileşimi söz konusudur. Hüzün, dış gerçeklikteki objenin kaybından dolayıdır. Objenin yitirilmesi inkar edilmediği gibi dışsal gerçeklik de inkar edilmez. Ayrıca içsel ve ruhsal bir cılızlaşma değil, dışsal gerçeklikte bir yoksunluk yaşantılanmaktadır. Obje dışsaldır ve objenin anıları içselleştirilip yaşantılanır. Yas durumunda libidinal yatırım dışsal gerçekliğe aktarılmaya devam eder. Narsisistik regresyona gerek duyulmaz. Melankolik obje ise ‘Ben’e katıldığı için dışsal gerçekliğe gerek kalmaz ve libidinal yatırım narsisistik bir şekilde devam eder.( Yaşanan doyum sahte bir doyumdur). Bu sahte doyum yani içsel/ ruhsal gerçekliği, dışsal gerçeklikten ayırma ve bu süreçler sonucunda yaşanan haz hiçbir zaman gerçek bir haz deneyimi değildir. Dolayısı ile gerçek hazzı yaşayamayan Ben yoksullaşıp, cılızlaşır ve güçsüzleşir. Çünkü dürtü doyurulmak için vardır. Doyurulmayan dürtüler ya da sahte doyuma ulaşmış dürtüler belli bir süre sonunda canlılıklarını ve işlenebilir (doyurulmak, tatmin bulmak) olma özelliklerini yitirirler. Dolayısı ile dürtüsel dünyanın kuruması da beni zayıflatır, cılızlaştırır ve kurutur. Dış gerçekliğe kapanan kapıların ardında Ben, doyum bulacağını düşündüğü içselleştirilmiş obje ile birlikte kısır, yoksullaşan bir dünyaya girer. Melankolik objeyi içselleştirerek kendi benliğinde oluşturduğu splitting-bölme mekanzimasını iç ve dış gerçeklik arasında da oluşturur. Melankoliyi karmaşık hale getiren bu iki yönlü işleyen -içte ve iç/dış arasında- bölme mekanizmasıdır. Bu mekanizmanın devreye girişi ile dış gerçeklik askıya alınır ve benlik dış gerçeklikten bağımsız kılınmaya çalışılır, öznel gerçeklik, nesnel gerçekliğe dönüşür. Nesnel gerçeklik melankolik için tek gerçeklik halini alır. Haz/Hazsızlık ilkesi devreye girdiği zaman otoerotik ve sanrısal nitelikteki sahte doyum mekanizması devreye girer. Bilindiği üzere gerçeklik ilkesi, haz ilkesi, arzunun gerçek doyumudur. Gerçeklik ilkesi doyurulmamış olan dürtülerin doyumunu sağlayandır.(Freud 1920). Melankoliğin aslında objeye yönelik olan olan fakat objeye değil de kendisineymiş gibi yaşantıladığı nefret, açık bir şekilde ve gerçek kaynağında yaşantılanamadığı için ilişki daima narsistik bir zeminde ilerlemektedir. Bu noktada önemli bir duygu olan nefretten bahsetmek gereklidir. Freud’a göre nesne nefretle doğar. Nefret hem objeden ayrılabilmeyi hem de bireyselleşmeyi sağlayan bir duygudur.(Freud 1897). Çocuk ‘anne neredesin, beni doyur’ diye ağlar ve nefretini belli eder. Melankoliğin nefreti ise son derece dolaylı ve karmaşık yaşandığı için doyum daima otoerotik düzeyde kalır, dürtü doyumu gerçekleşemez, gerçeklik ilkesinden uzaklaşır nesnesel ilişki ancak simbiyotik bir içe alım yolu ile, içte yaşanır. “Ben” içinde “biz” oluşur. Ancak dürtüler doyumsuz kalamaz. Otoerotik doyumla sadece doyurulmuş gibi olur bu da karnı açıkan yada susayan birinin su içtiğini hayal etmesi ya da karnının doyduğunu düşünmesi gibi tehlikeli, hatta ölümcül bir sonuca denk düşer. Barbara Low un önerdiği kavram olan Nirvana İlkesinin tam tersi şekilde çalışarak aynı sonuca varır.(Low B.1923) Maksimum doyum, sonunda ölüme götürüyorsa hazsızlık da aynı sonuca götürür. Bir başka deyişle melankolide “hazsızlıkta” sorun olduğu söylenebilir. Melankoliğin narsisistik zeminde obje seçimi Haz İlkesinin işleyişini bozucu etki gösterir. Dürtüsel tatmin gerçekleşmediği için ruhsal aygıtın sürekliliği tehlikeye girer. Melankolinin aksine yasta, hazzın sürekliliği kesintiye uğrar fakat bu kesinti aslında hazzın ertelenmesinden başka bir şey değildir. Yas durumunda yemeden içmeden kesilmek ve diğer negatif belirtiler içsel ve dışsal gerçekliği korumaya yöneliktir. Çünkü bu negatif belirtiler objeden ayrılma ve dışsal gerçekliğe yatırım yapmaya yönelik olarak gerçekleşir.
İn this study melancholic depression were evaluated psychoanalytic perpective.The study consists of three parts. The first chapter, the melancholy in the past to the present times, the process consists of lectures, researchers work with melancholy about the definitions and conceptualization. In the second chapter of melancholy, particularly psychoanalysts, including Sigmund Freud on the assessment takes place.İn this assessments ars discussed in comparison with differences and similarities between mourning and melancholy.In the last chapter we can assessment as a brief summary of the study.At the same time ,melancholic subjects external and internal reality are how to use.